Namaste. Nepal’e ilk defa 10 yıl önce gelmiştim. Cemal Süreya’dan mülhem ikinin hatırı kalınca, işte bir kez daha buradayım. Alıştığımız, bulunduğumuz, benimsediğimiz ya da öğretilmiş konumlardan bakıldığında belki burası dünyanın periferisi. Ancak birçok kültürün, 100’ün üzerinde dilin ve farklı etnik kökenlerin harmanlandığı bir yere çeper demektense merkez demek daha uygun gibi sanki. Bir aktivistin bir programda kendisine yöneltilen ve içinde “Orta Doğu” geçen soruya verdiği tepki aklıma geliyor: “Kime göre, neye göre orta!” Merkez ve çeper konusu da sanırım böyle. Bulunduğumuz konumu merkez kabul etmek en güzeli diyerek geçiyorum bu bahsi. Zaten Nasreddin Hoca da bilgece söylüyor: İnanmayan ölçebilir.
Havaalanından çıkıp başkent Kathmandu’nun caddelerinden geçerken bir anda içine düşülen trafik ya da daima karşılaşılacak olan elektrik direklerindeki kablo düğümleri göreni yanıltmamalı: Kathmandu vadisi kendi ritmini bulup akmakta. Yalnızca burası değil, Terai bölgesinde Chitwan’a da gitseniz, veya Annapurna Himalayalarıyla çevrili sakin bir Moğol köyünde de olsanız ya da üstün el sanatlarının mimariye yansıdığı eski başkent Bhaktapur’da da gezseniz fark etmiyor: Nepal’de her yer kendi ritminde. Üstelik bu ritim çok renkli, çok katmanlı. Bu katmanların en önemlisi şüphesiz insan. Nepal’de içten bir misafirperverlik kültürü var. İnsanlar mesafeli, soğuk ya da agresif değil, bilakis gülen yüzleriyle, sohbetleriyle, ilgileriyle, yardımseverlikleriyle size kendinizi güvende, huzurlu ve mutlu hissedeceğiniz bir ortam sağlıyorlar. Zaten birçok mekânda bir kenara not düşülmüş: Turist (ya da misafirimiz) olarak gelin ama dostumuz olarak ayrılın.
Nepal’in ritminin çok katmanlı olduğundan bahsediyordum. Gündelik hayat katmanına baktığımızda burada rengârenk sariler, alınlarda tikalar, ellerde işlemeli kınalar, bileklerde takılar var; tabaklarda çiçekler, sunaklarda pirinçler, haznesinde tütsüler, yanmakta olan mumlar var. Günlük yaşantının -sokaklarda, meydanlarda, pazar yerlerinde- nasıl bu kadar renk ve doku taşıyabileceğine şaşırmamak elde değil. Somut olanla soyut olanın iç içe geçtiği günlük hayatın ritminde dikkat çekici unsurlardan biri de tapınakların ve Tanrıların adeta yüzünüzü döndüğünüz her yerde görülen, hissedilen varlığı. Tek Tanrılı inanç sistemlerinde bir Tanrı var ve O her yerde iken, burada her yerde birer Tanrı var sanki. Bazı ülkelerde/bölgelerde çoktan sessiz sedasız hayatın içinden çekilmiş olan dinler, mabetler ve inanışlar, burada kapının üstünde minicik bir figürden onlarca metre yüksekliğinde bir Tanrı heykeline kadar, çok çeşitli formlarda ve görülebilir olarak neredeyse her yerde temsil edilmekte ve her ân hayatın merkezinde. Hindu, Budist, Şaman ya da diğer inanışlar zaman zaman iç içe geçiyor, hangisi nerede başlıyor ve nerede bitiyor, sınırlar nasıl çiziliyor, bazen kavrayabilmek güçleşiyor. Bhaktapur’da örneğin, bu portreye aynı muhitte bir de sürpriz bir şekilde Cami ekleniveriyor. Biraz ileride bir Hindu tapınma yeri. Onun biraz ilerisinde bir Budist okulunda çocuklar turuncu kasayalarını çekiştirerek koşuşturuyor. Ayrı güçlü kimlikleri ifade eden bu katmanların bir arada varlığını devam ettiriyor oluşuna dair başlı başına bir yazı yazılabilir, yazılmalı da.
Doğanın ritmini sergileyen katmanlara baktığımızda ise ulusal parklardan bahsetmeden geçmemek lazım. Örneğin ormanın kalbi olarak adlandırılan Chitwan’da muazzam bir tabiat, içindeki tüm canlılarıyla sizi karşılıyor ve yanı başınızdan geçen tek boynuzlu gergedanın boynuzu değil, adeta zırhla kaplı görünen bedeni sizi şaşırtıyor. Üzerine bir de balıkçıl konmuşsa şayet, o nereye gitse onu takip ediyorsa ve iri cüsseli gergedan da narin balıkçılın bu sırnaşık haline ses etmiyorsa, bu tezat dostluğu görmenin keyfi elbette bambaşka. Gün batımında Rapti nehrine inen ceylanlar da kendi ritminde, nazlı nazlı gezinen tavus kuşları da. Kanoyla geçtiğiniz nehirde sessiz sedasız bir köşede durup gözlerini size dikmiş olan timsahlar da aslında kendi ritminde. Buradaki ekosistemin önemli bir parçası olan fillerin sosyal davranışlarını, örneğin grubun büyükannesini ve liderini bilmelerini, o öldüğünde hangi büyükanne filin onun yerini alıp grubu yöneteceğine dair hafızaya sahip olmalarını, koruma, kutlama, yas tutma, ya da sevinme gibi hallerini yerel rehberden dinlerken, bir yandan dünyaya yeniden hayran oluyorum, diğer yandan insanoğlu olarak ona ve içindeki canlılara neler yapıp etmekte olduğumuza dair bir sürü soru ve acı duygu geçiyor içimden. [Bu arada, hayır, fil safari yapmadık. Rehberimize de organizasyondaki bu duyarlılığı için teşekkür etmek gerekiyor. Bölgedeki yerel halkın geçimine destek olmanın fil safari yapmaktan daha farklı yolları da var. Sürdürülebilir bir ekolojik ve sosyal sistem için katkı yapmanın alternatif yollarını pratik etmeye alışmalıyız.] Chitwan’daki süremizin sonuna geldiğimizde buradan ayrılmak, bize cömertçe bahşedilmiş tabiattan kopartılıp atılmak gibi geliyor bir an. Geri döneceğimiz o merkezleri düşünüyorum ve bir ân için bir soru aklıma geliyor: Buralara değil de aşırı yapılaşmış bölgelere mi vahşi yaşam (wildlife) alanları desek?
Doğanın ritminde beni etkileyen bir diğer şey, hiç şüphesiz dağlar. Dünyanın çatısı (roof of the world) olarak adlandırılan bu bölgedeki dağlar gerçekten yüce mi yüce! Dünyanın en yüksek 10 dağının sekizi Nepal’de. Göğe olanca görkemleriyle yeryüzünden yükselirken, sanki aslında insanın içinden/bağrından yükseliyormuş gibiler. Nepal’de yeterince kaldıysanız, günün sonunda bir dağı kendinizden bağımsız bir varlık olarak göremez hale geliyorsunuz.
Şöhretini bir İngiliz araştırmacı olan Sir George Everest’in soyadıyla kazanmış olan Everest dağının (8848 m) Nepalce adı Sagarmatha da (gökyüzünün başı/alnı) Tibetçe adı Chomolungma da (anne tanrıça) çok güzel. Nepal’de de Tibet kültüründe de kutsal bir varlığı olan bu dağı kendi ismiyle anmak bana daha anlamlı geliyor. Burası insanoğlunun yürüdüğü yeryüzünün zirvesi. Dağ tırmanışçısı olmadığım için onu yakından görmenin geriye tek bir yolu kalıyor: Özel bir uçuşla Sagarmatha’yı seyrederken büyülenmemek elde değil. O zirveye tırmanmayı başaranlara hayran olmamak da… Ritim diyordum. Sanki Nepal’de bir tek bu zirvelerde ritim duruyor gibi. Kalp atışının son noktası gibi. Öyle heyecan verici buluyorum burayı.
Bir bereket tanrıçasının adı da olan Annapurna sıradağlarında ise Nepal’in ikonik manzaralarından birini oluşturan Machhapuchhre kendine has ayrı bir etkileyicilikte. 6993 m yükseklikteki bu dağın karlı ve keskin zirvesine Sarangkot’tan gün henüz başlamadan baktığınızda göreceğiniz turuncu kızıllık, Himalayalar’ın boynunda altın bir süsleme gibi. Güneş henüz ortalarda yok ama onu görmeden ışıklarını hem karşınızda hem içinizde buluveriyorsunuz. Bu görüntüyü hele bir dağ köyünden seyrediyorsanız, doğanın sesinden başka bir şey size eşlik etmiyor ve o ân hem yalnızlaşıyor, hem de evrenle çepeçevre sarılmış hissediyorsunuz. Bu ihtişamlı bir sarılış. Biraz daha yükseklere çıktığınızda bu ihtişama eşlik eden bir şey daha var: Bulutlar. Bulutlar sizi içine alıp saklıyor gibi, zirveler ise yolu yeniden gösteriyor gibi. Kaybolma ve bulma hissi eş anlı, bir arada. Şehir hayatında göremediğimiz yıldızlar ise burada gece olunca gökyüzüne ışıl ışıl serpilmiş; onlar da kendi ritminde göz kırpıyor ve şanslıysanız ateş böcekleri de size eşlik ediyor.
Yemeklerin ritmi ise pirinç etrafında şekilleniyor. Günlük hayatın olmazsa olmazlarından Dal Bhat tabağı, pirincin etrafını adeta çiçek gibi süsleyen ve çeşitli baharatlarla içinizdeki farklı hisleri uyandıran tatlarla bence mini bir şölen. Ziyaret ettiğimiz ve konakladığımız birçok yer sürdürülebilir bir sistem anlayışıyla çalışıyor. Çoğunlukla yörede yetişen ürünlerle hazırlanıyor tabaklarımız. Bu oldukça kıymetli.
Ritim deyince müzik ve danstan söz etmemek olmaz, lakin bunca farklı kültüre ev sahipliği yapan bir yerde hangi etnik müzik ve dansa değinmeliyim bilemiyorum. Chitwan’da seyrettiğim Tharu’ların, Bandipur’da Newar’ların ve Pokhara’da Fewa (Phewa) gölünün kıyısında seyrettiğim geleneksel Nepal danslarının arkasında hep bir hikâye var. Dansın söz ve melodilerdeki anlatıyı beden diliyle bir daha aktarıyor olması oldukça hoş. Sözleri anlamadan sadece dansın ritmini takip ederek biliyorsunuz anlatılanı: Ayrılık ya da kavuşma, sitem ya da naz, savaş ya da barış, ölüm veya hayatın devam ediyor oluşu.
Bazıları soruyor: Ne işin vardı Nepal’de? Zannedersem özellikle ülkenin çeşitli listelerdeki ekonomik vb. gelişmişlik sırasını dikkate alıyorlar; altyapıyı, üst yapıyı düşünüyorlar. Oysa, kendi merkezlerimizdeki standartlardan ya da kriterlerden (!) farklı, bambaşka bir dili ve gerçekliği var Nepal’in. Basit bir örnek: Sunaklardaki boyalar, etrafa saçılmış çiçek yaprakları, dökülmüş pirinç tanecikleri ya da süt, dışarıdan bakan birinin gözünde düzeltilmesi gereken bir dağınıklık ya da temizlenmesi gereken bir kirlilik olabilecek iken, aslında bizden önce oradan geçmiş olanların Tanrı’larına ettikleri dualara, belki yakarışlarına, eşlik eden ikramlar. Düşünüyorum da buna dokunmaya manevi olarak kim cesaret edebilir, ya da kime bu hakkı verebiliriz? Sonra ne oluyor peki? Sütü ya da boyayı yağmur temizliyor, pirinçten belki kuşlar nasipleniyor, çiçek yapraklarını ise muhtemeldir ki bir rüzgâr alıp götürüyor. Tanrılara sunulan ikramlar tekrar bir canlıya, havaya, suya, toprağa karışıyor. Her şey iç içe geçiyor ve günün sonunda kendi kendini arındırıyor burası sanki. Böyle bir yer listelerden anlaşılabilir mi? Bilemiyorum. Bu yazıda açmadığım daha birçok alt başlığı da düşününce, hayır cevabını vermem gerekiyor. Ama bu dünya üzerindeki her yer için geçerli zaten.
Ne işim vardı sorusuna gelince, birincisinde davet üzerine gitmiştim fotoğraf sanatçılarıyla, ikincisinde ise tekrar görmek istediğim için. Neden sorusunun cevabı herkeste farklılaşabilir. Üstelik, ne bulduğumuz biraz da ne aradığımızla bağlantılı değil mi? Ben Nepal’in hayatta en az bir kez görülmesi gereken bir yer olduğunu düşünüyorum. Sonrasında ikinin hatırı kalır mı, onu bilemem. Bende kalmıştı ve itiraf etmeliyim ki şimdi de üçün boynu bükük.
ELİF KOCAGÖZ
